19 Temmuz 2013 Cuma

Özür dilemek

Özür dilemek
Bekir Kale Ahıskalı
20 Temmuz 2013 tarihli yazısı
Bazen hata yaparız. Bazen de çok hata yaparız. Hata insanoğluna mahsustur. İllaki olacaktır. Ancak hatayı fark edip, geri adım atabiliyor ve özür dileyebiliyorsanız siz hatanızdan dolayı üzgün ve nedamet içindesiniz demektir.

Bu yazıyı kaleme almama sebep bundan yaklaşık bir ay önce Kartepe Belediyesi Kültür Müdürlüğü hakkında yazdığım “Bir Bahar Akşamı” isimli makalemdir. Makalemde değindiğim ve eleştirdiğim konu ise yapılan şiir etkinliğine ANEDAK gibi büyük bir edebiyat topluluğundan kimsenin davet edilmemiş olmasıydı. O anlık bir refleksti ve haklı bir eleştiri yaptığımı düşünüyordum.

Yazımın yayınlanmasından yaklaşık iki hafta sonra telefonum çaldı. Arayan beyefendi Kartepe Belediyesi Kültür Müdürü Salih Nurettin Çevik idi. Yazı hakkında kısaca konuştuk. Kendilerinin de haklı yanları vardı. Bana hak verdiği yanları da anlattı.

Hem kendileriyle tanışmak hem de yaptıkları etkinliklerden haberdar olmak adına iki gün önce ziyaretlerine gittik. Bizi güler yüzüyle karşıladılar. Bu bir birim sorumlusunun ne kadar içten ve halktan olduğu anlamına geliyor. Bu kendilerine ısınmamızı sağladı. Yoksa soğuk rüzgârlar esmeye devam edecekti.

Ramazan dolayısıyla çayımızı içemedik ama yaklaşık bir saat kültürden ve sanattan konuştuk. Kartepe Belediyesinin yaptığı kültür sanat faaliyetleri hakkında bilgi alınca bu yazıyı yazmanın gerekliliği ortaya çıktı. Bu kadar dağınık bir bölgede bu kadar çok ve katılımlı etkinlik yapabilmek başlı başına bir başarıdır. Ramazan gecelerinde her akşam bir etkinlik yapıyorlar.

Merkeze uzak olmalarından sebep fazla haberdar olamadığımızı anladım. Olayın bir başka yanı daha var ki asıl kayda değer yanı burasıdır. Salih Nurettin Çevik ve dolayısıyla Kartepe Belediye Başkanı Şükrü Karabalık beyefendi işlerini yapıyorlar ve tohumlar ekiyorlar. İşin medya veya basında daha az yer alması biz basın mensuplarının da kabahati. Öyle sanıyorum ki kolay haberi daha çok tercih ediyor ve işinde reklam amaçlı olanları daha çok haber yapıyoruz. Bu sebeple ben kendi adıma özür diliyorum.

Ektikleri tohumları gördükçe meslektaşlarımda kendi üsluplarıyla kendi adlarına özür dileyeceklerdir. Bizde haber yapmak ve etkinliklere yer vermek bile özür dilemenin bir başka şeklidir.
Saygılarımla.

2 Temmuz 2013 Salı

Bir şairin kalemiyle sevişip, teniyle uyumalı belki de...

Bir şairin kalemiyle sevişip, teniyle uyumalı belki de...
Bekir Kale Ahıskalı
28 Haziran 2013 tarihli yazısı
Emdiğim helalinden iki damla anne sütü. Ne eski bir öykünün sayfalarından düştüm, ne de bir öyküye konu olamayacak kadar sıradan yaşadım. Başkalarının ancak hayalinin dokunabildiği tepelere ayaklarımla bastımda geldim. Her adımımda bir sıradışılık, her soluğumda bir heyecan vardı.

Bir hastahane odasında ihanete uğrayan ilişkiden doğmadım ben. Dokuz ay on gün bekletildim ışığın bile alınmadığı ilahi bir hücrede. Sonra adına yaşam denilen bir bakışın bir bakışa yenildiği bir kuytuya atıldım. Ortada bir tenhalıktı bana ayrılan yer. O kuytuyu da kaybettikten sonra bu ülkede konaklamaya değer bir yer kalmamış demekti. Babil'in Asma Bahçeleri'nde öpülmemekten pas tutmuş dudaklar gördüm yerlere dökülmüşlerdi. İhtişamlı üzüm bağlarından geriye biri sıkılmaktan morarmış, diğeri sarkmış iki salkım üzüm kalmıştı... İniltilerin ne kesik kesik olanına, ne de uzun hava şeklinde olanına rastlanmıyordu. Bütün sevdiklerimi ölümle başlayan, yeniden dirilmekle biten bir yaşamın fihristesine kaydetmişleri.

Hayatı bütün bütün sevmeye çalıştımsa da, o beni sevdiklerimle parçalayıp yönetmeye çalıştı. O mektubu bilmem kaçıncı okuyuşum, içinde hala ne seni ne de beni bulabildim. "Bir şair öpüşmeyi bilmese ne olur ki öpüşmeyi yazabiliyorsa bu yetmez mi?" diyordu tensel iletişimi bilmeyen devrik kalemli bir şair. Şairlerin kendilerine şap, kalemlerine keçiboynuzu yalattırmış olmalılar... Bir şairin kalemiyle sevişip, teniyle uyumalı belki de...

Nikotinimsi bir tad... İçinde katran karası geleceği iple çeken ümitsiz bir kalp çarpıntısı. Eski bayramların tadı yok diye sitem etmiyorum çünkü, eski sevgililerin dudakları geçmişte kalmış silikonlu dudaklar ancak bu tadı verebilir. Geçmişin elemleri, geleceğin tasaları... Hani bu gününe ne oldu, onu neden yaşatmıyorsun.

Sen benim olmayan bir hayalin meyvesi olmasaydın ben dudak kilitlerimi çoktan kırmıştım. Bir günah işleyesim vardı dudaklarımı dudaklarından çekerek işledim işte...

İda’nın kolları

İda’nın kolları
Bekir Kale Ahıskalı
27 Haziran 2013 tarihli yazısı
Burası yeryüzünün saçlarının en gür olduğu yerler Göçmen kuşlar gagalarındaki güzellikleri bu güzelin kollarına bırakmış olmalı. Sarı Kız denizden çıkalı çok olmamış. Vücudundan süzülen tuzlu sular yerini tatlılığa bırakmış, toprak yeni uyanmış beden gibi hafif nemli.

İda; ayaklarının denize sokmuş keyif çatıyor. Deniz İda’yı oyalamak için sürekli dalgalarını gönderiyor. Az ile yetinmiyor İda, bu haliyle küçük Anadolu kadınına hiç benzemiyor.

İda’nın kollarında olmak Tanpınar’ın ifadesiyle 'Yavaş yavaş bir hülya adamı oldum.' dedirtiyor insana. Bir kere insana sadakatsiz sıfatını yapıştırtmıyor zirvesine tırmanmak, sinelerinin arasında yatmak ve edebiyatçı için artı hayaller katıyor bu güzelin kollarında olmak.

Bir yerlerinizden yaralanmışsanız eğer taze boynuzlanmış bir ilişkinin en temel merhemi İda. Hani saçlarını bedeninize şöyle bir serişi var ki ne varsa maziden getirdiğiniz birden döküveriyorsunuz kafanızdan. Tanrılar Troya Savaşı’nı buradan izler ve heyecandan ayağa kalkan tanrının ten ısısı sinmiştir. Sarı Kız dünyaya gelirken tüm Güre sancılanmış olmalı. Tarih öncesi ensestliğiyle ve yakın zamanın en sesliliğiyle dimdik durur İda.

Her gencin geleceğe yönelik hayali olan; Ahıska’da giyinik Sarı Gelin neyse bu kıyılarda çıplak Sarı Kız o. Yine de elleri terleyen gelinlerin tenlerini soğuttukları zirvelere sahip buralar. Öpülmekten Olivia dudaklı gelinler görürsünüz buralarda. İleri yaşlarına rağmen kadınlıktan kesilmeyen nineler ve olivia ağaçları kadar uzun yaşayan erkekler.

Düşlerin çok telaşların tek olduğu topraklar burası. Kulaklarımıza ansızın düşen “Hasan Boğuldu” çığlıklarına rağmen İda’da yaşama doyum olmaz. Öpünce moraran dudakları, nemlenince kesik kesik akmaya başlayan soluklar ile en arzulu bedenin kollarıyla sarar İda.

24 Haziran 2013 Pazartesi

Ben gidiyorum sen de gel...

Ben gidiyorum sen de gel...
Bekir Kale Ahıskalı
25 Haziran 2013 tarihli yazısı
İnsanoğluna irade bahsedildiği günden bu yana kendi kararlarını kendisi verme yeti ve irade kuvveti sınanmaya başlanmıştır. Bu İlahi kudretin izlediği bir yoldur. Sizi yoktan var eden, size akıl, iz’an gibi meziyetler de vererek bunları kullanmanızı istemiştir. Bütün bunlarla birlikte bizi bu yoldan döndürmek için meydana gelen sebep, hata, zâafiyet gibi her neticenin merkezine de şeytanı oturtmuştur.

İradesizlik ve iradeyi kötü kullanmaya nefsi zafiyet, bunların doğru ve yerinde kullanılması ile akış şemasına da doğru yol denilmiştir. Mutlak güce baş eğme ve bunu metodize ederek yaşam şekli haline getirmeye ise inanç denilmiş. Bize yaşam denilen bu pınarın suyunu doğru kullanma, suyu bahşedene şükretme, adalet, muhabbet, iman ve itikat gibi temel unsurları nerede, nasıl, ne şekilde kullanacağımızı gösteren bir elçinin sunumunda bir kitap verilmiştir.

Ne kitabın doğruluğuna ne de onun tebliğinde aracı olan elçilere asla ve asla şek ve şüphe ile bakmamamız öğretilip öğütlenmiştir. Biz de duyduk, tasdik ettik diye dillerimizle ikrar vermişizdir.
İnanma insanoğlunun hilkatinde hücrelerine dercedilmiş bir ihtiyaçtır. Herkes ama herkes bir şekilde bir şeye inanır. Ateizm denilen savın savunucuları bile bir varlığa değil yokluğa inanca inandırmaya çalışırlar. Neticede bizler var veya yok gerçek yada yalan, az yada çok bir şeylere inanırız. “Beşer nisyana müpteladır” ın mucibince unuttuklarımızı, göremediklerimizi, bilmediklerimizi vs kategorize etmeden içimizdeki genel bir tanımlamaya sokarak elimizdeki verilerle bir hüküm çıkarırız. Ancak ne var ki bilgi arttıkça doğru değişir ve bizler hata denilen o cürmü işlediğimizi ya geç fark ederiz yada hiç fark etmeyiz. Bu bilgilerden hareketle yıllar önce okuduğum ve hayatımda düstur haline getirdiğim, doğruluğuna şeksiz şüphesiz inandığım “benim davam haktır demeye hakkın var ama yalnız benim davam haktır demeye hakkın yoktur” sözü…

Hakikaten derinlemesine düşündüğümüzde kavgaların temelinde yalnızca kendi inanç ve davamızın doğruluğuna inanmamızın, başkasına veya menfaatimize uymayana hayat hakkı vermediğimiz düşünce ve eyleminin yattığını görüyoruz.

Bizim hür irademiz, konuşma serbestiyetimiz başkalarının esaret ve mahrumiyetine sebep oluyorsa bu irade kudreti değil, bir iradenin diğer iradeye mezalimi olur.

Cüzi iradesini doğru kullanamayanlar bu eksikliklerini başka kılıf ve örtülerle izole ederek bize sunmaya çalışırlar. Bazen öyle mücadeleler görürüz ki şaşırıp kalırız. Bir savaşta vatanın kurtulması için çarpışanla bostanının kurtulması için çarpışan aynı gücü sarf edebilirler, aynı uykusuzluk ve sıkıntılara katlanabilirler ancak kazançlarına gelince birisi vatanı kadar kahramandır diğeri bostanı kadar… Burada her ikisi de iradesini kullanmış ve davaları kadar büyüklüklerini ispatlamışlardır.

İnancımızda “ameller niyetlere göredir” denilir. Sizin niyetiniz ne ise o kadar büyük ve âlisinizdir. Burada bize düşen bunun bir işaretini emaresini göstereceksek ıslığımız güttüğümüz sürüyle orantılı olsun der atalarımız. Güttüğü iki koyun ıslığı dağları alan çobanların makbuliyetinin ne olduğu meyandadır.

Şimdi “Ben gidiyorum. Sen de gel” demiyorum. "Gel" diye ısrar etmem bile senin iradene, düşünce ve iz’anına saygısızlık olacağından susuyorum. Hem sen; "Ben gidiyorum. Sen de gel" dediğimde yön belirleyecek kadar iradelisindir. Seni Yaratan sana da cüzi irade diye bir şey bahşetmiştir. Her nefis kendi fiilinden sorumludur. Gelirsen yol arkadaşım olursun gelmezsen yine arkadaşım olursun.
Daha iyi ve daha güzele, hep beraber el ele..

23 Haziran 2013 Pazar

Değirmen kızağı

Değirmen kızağı

Bekir Kale Ahıskalı

24 Haziran 2013 tarihli yazısı

Kış aylarımız yaklaşık altı ay sürerdi. Kar yağışının bu kadar uzun sürdüğü bir coğrafyada yaşıyor olmak insana farklı yetenek ve mukavemetler öğretiyor. Üşümemeyi, dayanmayı ve direnmeyi öğreniyorsunuz. Ayağınızda kara lastik denilen bir çeşit ayakkabı vardır ve soğuğu direk ayağınıza iletir. Bastığınız kar ve buzda çok iyi kayar ve siz ayakta kalmasını da öğreniyorsunuz. Karın bol olduğu ortamda kendinize ve ortamınıza göre yeni oyunlar icat ediyor ve bundan keyif almasını öğreniyorsunuz.

Kartopu oynamak şehirde yaşayanlara göre daha insafsızca ve daha serttir. Size fırlatılmak için sıkılan kar çelikleşmiştir ve size isabet ettiğinde adeta sızlatır. Taşa tutulmuş gibi acı verir size. Siz o ortamda oynamak istiyorsanız ya çok iyi savunmayı öğreneceksiniz yada çok iyi bir hücum yeteneğiniz olmalıdır. Eğer bu iki yetenekten birini geliştiremezseniz hedef tahtası haline gelirsiniz ve kimse size acımayacaktır. Bu kartopu oyununda öyle yetenekli arkadaşlarımız olurdu ki değil hedefin herhangi bir yerine isabet ettirmek nokta atışı yapar ve nerenizi nişan alırsa oraya isabet ettirirlerdi.
Bir çocuk bir günde oyun aşaması ve oyun saatini hak edebilmesi için önce yapması gereken mükellefiyetleri vardır. Her tarafın bembeyaz ve don olduğu bir ortamda aslında başka şeyleri de öğreniyorsunuz. Mesela beslediğiniz hayvanların karnını doyurmadan asla kendi karnınızı doyuramazsınız. Mesuliyetini ve bakımını üstlendiğiniz hayvanların karnını doyurmadan önce kendi karnınızı doyurmak düşüncesi aklınıza bile gelmez. Önce onların yaşadıkları ahırları temizler sonra yemlersiniz, alaflarını verirsiniz hatta uzun kış süreleri sebebiyle hayvan yem ve yiyecekleri sınırlı olduğundan asla israf etmemeye dikkat eder ve ayaklarının altına dökülenleri tekrar önlerine koyar ve karınlarını doyurmalarını sağlarsınız. Yemlenmeleri bittikten sonra hepsini bağlı oldukları yerlerden çözer köy meydanında akan pınar ve sulaklarda su içmelerini sağlarsınız. Bütün bu işlemlerden sonra mesul olduğunuzun vebalinden kurtulduktan sonra kendi kahvaltınızı yapmak sırası gelmiştir. Bu kahvaltı sırası ve süresinde sizin önünüze öyle aman aman bir şeyler konmamıştır. Önümüzde çaydan başka iki çeşit katığın olduğu çok vaki olmamıştır. Nadiren peynirle birlikte yumurta da olduğu olmuştur. Öyle bir ortamda daha mutlu olduğumuzu hatırlıyorum. Şimdilerde önümüzdeki katıkların sayısı arttıkça mutlu olmamak için sebeplerde arttı gibi...

Bir çocuk bütün bu süreçten sonra oynamaya vakit bulabilmiştir. Kışın en önemli oyun malzemesi kardır. Kardan adamlar yaparsınız, kartopu oynarsınız, karda futbol oynasınız ve karda kayarsınız. Bütün arkadaşlar yarışırcasına kayardık. Babaları veya ağabeyleri kendileriyle ilgili olan arkadaşlarımızın güzel kızakları olurdu. Büyüklerin el emeğiyle ve yeteneğiyle katkı sağlanılan bu kızaklarla yarış yapar ve zevkler alırdık. Bu ortamlarda evlerinizde bulunan yırtılmış, eskimiş plastik leğenlerin avantajları olsa da kontrol etmesi zor olduğundan pek tercih edilmezlerdi. Benden büyük ağabeyimizin olmaması ve babamın da yurtdışında bulunması sebebiyle hep bir eksikliğim olurdu.

Kızak yaptırabileceğim veya tamir ettirebileceğim bir ağabeyim ve yanımda bir babam asla olmadı. Ben babamın yurt dışına gitmeden önce değirmene buğday götürüp, öğütüp ve geri getirmek için kendisine yaptığı ve üzerine iki çuval buğdayın konulabileceği büyüklükte bir kızağı vardı. Bu kızaklar iyi kaysınlar diye altlarına demir veya metal çubuklar çakılırdı. Ben de babamın yıllık izine geldiği bir dönemde o kızağa binmek fikrini aklıma sokmuştum. Nasıl olsa babam vardı ve bende sahibim var düşüncesiyle bulunduğu yerden çıkardım ve altına çakılan demirin ucunun gevşediğini fark ettiğimde babamdan yardım istedim. Arkadaşlarım kızaklarla kaymak için gitmişlerdi ve bende babamın yardımından sonra onlara katılabilecektim. Babam yanında olan ve aynı zamanda benim ebem olan kadınla konuşmaya devam ediyordu ve beni önemsememişti.

Ben bir kez daha yardım istediğim halde, değil ilgilenmek yüz vermedi bile ve ben kendi gücüm ve yeteneğim nispetinde tamire uğraşırken babam gürültü yaptığım gerekçesiyle olduğu yerden çıktı yanıma geldi ve öfkeyle o kızağı kırdı ve içeriye giderek bir şey olmamış gibi kadınla konuşmaya devam etti. Hiç yanımızda olmayan babam arkadaşlarımla haz şöleninden zevk almaya karar verdiğim o günümü kendi öfke ve yaşlı bir kocakarının bitmek tükenmek bilmeyen konuşmasına kurban etmişti. Oysa kırıp, parçaladığı kızakla köylünün kendi gayretiyle yaptığı arpa, buğday ve mısırını götürüp ve yine kendi cinsiyle ücretini ödeyerek öğüttüğü değirmene götürürdü.

İşte o zaman bu mücadelede de yalnız olduğumu anlamıştım. Babanızın sizin için çalışıp para kazanması önemli bir şey olabilir ama ondan daha önemlisi babanızın size sizin onun için önemli olduğunuzu hissettirmesidir. Ben önem verilmediğimizi anlamıştım. Bu olaydan yıllar sonra yani geçen kış bu olayı babama anlatıp, yüreğime oturan yanını söyleyince babam olayı pek hatırlamadı bile ve ben bir kere daha anladım ki acılar aynı oran ve aynı yerden hissedilmiyorsa çocuğun yaraları derinleştikçe derinleşirken baba bu ezikliği ve mahcubiyeti hissetmediği gibi önem de vermiyordu.

Hayatımız ve varlığımız hepten önemsiz değildi. Bedavadan biraz pahalı, boş boş konuşan komşudan çok daha değersizdik. Onlar komşularıydılar bizim için ise evlatları deniliyordu. Hani canlarından, kanlarındandık. Sanırım bu candan kandan olmak dinlenilmememiz ve önemsenmememiz için en birinci sebepti. Kimse üzülmemizi ve kırılmamızı önemsemezdi. Gönül koyamaz ve sürat yapamazdık. Korkudan oturtulduğumuz sofralarda onlarla yemek yememiz her şeyi unuttuğumuz anlamına gelirdi sanki.

Kendini aşma, kendinle barışık olma

Kendini aşma, kendinle barışık olma

Ressam devrin zor şartlarında yine aynı zorluklarla elde ettiği kök boyalarıyla tabiatı resmetmeye çalışmaktadır. Devrin inanç ve gelişmişliğine paralel olarak resmin içine taşıdığı unsurlara dikkat etmekte ve canlıların resmini yapmaktan kaçınmaktadır. Zira canlıyı resmetmenin ahiret hayatı başladığında “hadi madem bu canlının resmini yaptın can da ver bakalım” gibi ilahi bir azarlamayla karşılaşacağına dair fetvalar verilmiştir. Yaptığı resim çöl iklimi hakim olan bu beldelerde çölde yaşama tutunmaya çalışan bir bitkiden ibarettir. Çöle güneşi asmış, kumunu yerleştirmiştir. Dallarında yeşillik yapmayı hayal ettiği cılız bir bedeni daha kumların kızgın kucağına tam oturtmadan arkadan gelen bir sese kulak verir.

-Bana şeytanın resmini yapar mısın?
Ressam önce bu cılız sesin geldiği yöne döner. Sonra şeklinin nasıl olabileceğini hiç düşünmediği şeytanın resminin yapılmasını isteyen çocuğa şaşkınlıkla sorar:

-Şeytan’ın şekli nasıldır bilmiyorum. Bilmediğim bir şeyin resmini nasıl yapayım?
O cılız sesin sahibi bir dakika der ve sokağın karşısına doğru koşmaya başlar. Biraz sonra elinden tutmuş olarak yaratılış olarak göze hoş görünmeyen, gözleri dışarıya fırlayacak kadar çıkmış, yaşlı, saçı sakalı birbirine karışmış, ilk bakışta çok sevimsiz ve soğuk simalı elinde kitap kalem olan bir adamı adeta sürükleyerek getirir.

-Al sana şeytan. Şeytanın bunun gibi olmalı. Bunun resmini yap.
Ressam bir an tereddüt eder. Getirilen yaşlı adam adam çok sert ve çirkin bir adamdır. Durumun kendisinden bilinmesi endişesiyle durumu nasıl anlatacağını düşünürken, o çirkin adam çocuğa gülümser ve ressama dönerek

-Ne diyorsa yap
diyerek oturur ve elindeki kitabı okumaya devam eder. Ressam o çirkin adamın kitap okurken resmini tamamlar. Adam bir şey demeden elindeki kitabı okuyarak sokağın karşısındaki eve girer. Çocuk çok mutlu olmuştur. Ressam şaşkındır ama adamın kim olduğu konusunda hiçbir bilgisi yoktur. Bu olayın üzerinden bir yıl geçmemiştir ki karşı evde birisinin üzerine kitaplarının yıkıldığı ve öldüğü haberi gelir. Ressam bu ilginç olayı merak edip karşı eve gittiğinde gözlerine inanamaz. Evin birkaç odası tavana kadar el yazması kitaplarla doludur ve ölen kişi yaklaşık bir yıl önce resmini yaptığı şeytana benzetilmesine rağmen aldırmayıp kitap okuyan adamdır. Kim olduğunu sorunca Ebu Osman Amr bin Bahr el-Kinani el-Fukaimi el-Basri cevabını alır. Bu kez ressam karşı sokağa koşmaktadır. Evine girer zaten üç beş tane olan kitaplarından en çok beğendiği ve her sayfasını didik didik ederek okuduğu resimlerini yaparken orada anlatılanlardan hareket ettiği Kitab el Hayavan isimi kitabın Ebu Osman Amr bin Bahr el-Kinani el-Fukaimi el-Basri (El-Cahiz) tarafından yazıldığından emin olur ve bu bilginin şeytan diye resminin yapılması karşısındaki olgunluk ve kendini aşma, kendiyle barışık olmasının cehaletinden değil bilgisinden kaynaklandığını anlar.

Peki bu El-Cahiz (Ebu Osman Amr bin Bahr el-Kinani el-Fukaimi el-Basri) kimdir ?
Bundan tam 1140 yıl önce vefat etmiş Basra doğumlu etnik açıdan doğu Afrika kökenli nesir yazarı bir zat. Benim El-Cahiz ile yolumun kesişmesi ise Arapça ile ilgili leksikografi ve filoloji konularını araştırırken olmuştur. Daha yirmili yaşlarında şiir derslerine katılan bu afro-arap’ı merak etmeye başlamam üzerinden tam 16 yıl geçti. O yıllarda ona ait olan “En iyi dost kitaplardır. Sizi yanlış yola götürmezler, arkanızdan konuşmazlar, her derdinizi dinlerler ve çözüm ararlar” sözünü kulağıma küpe yapmıştım.
93 yıllık ömründe 200 e yakın eser veren bu zatın İslam Tarihinde ilk defa Hayvanları inceleyen 350 den fazla hayvan üzerine anekdot ve açıklayıcı atasözleri ile bilgi veren bir ansiklopedi oluşturmuştur. Hayvan iletişimi ile ilgili eser veren ilk Müslüman bilgindir.
Erken dönem islam felsefesini incelemiş hayvan psikolojisi, besin zincirleri karıncaların örgütlenmesini incelemiş ve karınca kolonilerinin öldürülerek değil ancak parçalanarak yok edilebileceği tezini ortaya atmıştır ki günümüz bilimi bunu ispatlamıştır. İnsanların karakter yapılarında çevre etkisini incelemiştir.

Kitap el-Hayavan (Hayvanlar Kitabı) eserinde şiirsel anlatımı
Kitab el-Buhala ( Cimriler Kitabı) esrinde nesirsel anlatımı tercih etmiştir. Bu eseriyle insan psikolojisini incelemektedir.
El – Cahiz tam bir kitap kurdudur. Uykusuna yenilmemek için sandalyesini odasının ortasına koyar ve bir yere dayanmaktan kaçınırmış. (Bir rivayete göre de okurken başının düşmesini uzun olan saçlarını bir ipte tavana bağlar ama bu rivayeti teyit edecek bir kaynağa henüz rastlamadım.) Eceli de okuduğu kitapların üzerine yıkılması sonucu olmuştur.
Ben kendini aşmak ve kendinle barışık olmak diye buna derim…

22 Haziran 2013 Cumartesi

Enine firar, boyuna intihar

Enine firar, boyuna intihar


Yusuf yüzlü olmasam da olur diyordum, yeter ki Züleyha dertli bir gönlüm olsun. O da yetmiyormuş meğer. Bir de Yakup'ca bir bekleyişin olması gerekiyormuş. Bundan böyle sadakatime baş kaldırıyorum. Zamanı durduruyorum. Yelkovanı yakalamak için nefes nefese kalmayacağım. . Söyleyin beklemeden süzülüp gitsin güneş. Sallanmaya alışan beşikler döndüklerinde beni bulamayacaklar, gittikleri seferden dönmesinler artık. Gözbebeklerinin bağlandığı kundakları vazifelerinden men ediyorum.




Kendimden gideli çok oldu. Kendime gelmem bir daha. Arkamdan haykırmasınlar, duyuşlarımı bırakıp gitmiş olacağım. En olası hayalimi bile hayaller mezarlığına gömdüm. Yüreğime izinsiz düşen nazar okuyla vuruldum. Elimde kalan son kurulma tarihleri geçmiş hayallerimi bile verebileceğim bir eskici kalmamış sokaklarda. Üzerime serilen yalnızlığa karşı mücadele etmeme kararındayım. Korkunç ve dehşet veren bir sessizliği zarfını açtım artık. Topal karıncaya emanet edilmişse bir aşk, ne azına razı olunur o aşkın, ne de ağızlara sürülen bir parmak azığına.




Astarsız etek kadar şeffaf olur yerde yatanları örten toprak. Yüreğine işlenen, içinden geldiği işlendiği kilime yabancı gibi durmaya çalışan desene benzer toprağa düşen bedenim. Parmak uçlarınızı bekleyen ya kapalıyı açan, ya da açık olanı kapatan bir başlangıçtır. Düğmelerin neresinde iseniz oradan başlar sizin de hayatınız. Kemik taraklardan dökülen koyuluk saçların gençliğiyken, aynalara düşen ileri yaşın ak tecrübesidir.




Bizi doğru hedefe ne aynaları çatlatan suret güzelliği götürür, ne de insanı çatlatan merak kuraklığı. Sürebiliyorsa eğer insan, dokunuşun izini sürmeli Yoksa bütün yaşamı enine firar, boyuna intihardan başka bir şey olmaz. Dokunuşun izini süremediğimizden biz yürüyen ölüler, yatarak yaşayan dostlarımızla görüşmek için Sur'un üflendiği güne randevüler veririz.




Bekir Kale Ahıskalı

Vicdanın uyanma saati

Vicdanın uyanma saati


Kötülük yörüngesinden çıkmış iyiliktir. Nefessiz kalan bir bedenin bir gün sonra çürümeye yüz tutup, kokuşması kaçınılmazdır. Gıdasız kalan iyilikler kötülüğe dönüşürler. Kötülükler kötülüklerle beslenir, iyilikler de iyiliklerle. Nasıl gıdasız, havasız kalan iyilik kötülüğe dönüşebiliyorsa öylede gıdasız, havasız kalan kötülüklerde iyiliğe dönüşürler.


İnsana neyi eksik diye değil, hâlâ neyi kaybolmamış diye bakabilmeli. Yalnız iyilikleri iyilikle değil, kötülükleri de iyilikle beslemeli. Tam bozulmamışsa eğer hiçbir insandan ümidi kesmemeli onun vicdanının uyanma saatini beklemeli. Hiçbir beden ölmedikçe tam bozulmuş sayılamaz. Ya onun kalbi Amorfalyus Titanyum* gibiyse...


Bakmak görmek değildir. Düşünmezse, düşünemezse, anlayıp yorumlayamazsa, görmüş sayılmaz insan. Uyuşukluk ve alışkanlık insanın gözlerini kör eder. Bazen yaşadığınız beldenin güzelliklerini görebilmeniz için o beldeyi terk edip yeniden dönmeniz gerekir. Yanıbaşınızda durmadan akan pınardan şikayet edersiniz. Pınarları konuşmayı unutmuş beldelerin virane hallerini ziyarete gidiniz. Bu ziyaret sizin başınızda şarkılar söyleyen pınarınızın güzelliğini görmenize sağlayacaktır. Bazen kendini görmenin yolu budur, kendinden gitmek...



Düşmüşü; onun ıslah olmasını beklemeden sevebilmeli insan. Günahı değil, günahkarı sevmek, sevebilmektir bunun adı... Adem ve Havva'yı böyle sevmez miyiz? Eğer seviyor ve sevgiye inanıyorsanız kalbinizdeki sevgiyi ondan mahrum kalanlarla paylaşınız. Kötünün silahını kötülükle değil ancak, metotla elinden alabilirsiniz. 


Metot ve çaba... Zalimlerin içerlerde uyuyan iyilik denen volkanik dağlarının yeniden lav püskürtmesini sağlamanın yegane yolu budur. Vahşi'nin yahşiye dönüşmesindeki kırılma noktası buydu.* Mızrak kullanmakta misli görülmemiş mahirlikte bir zalimin vicdanın uyanma saati harp meydanı değildir. 


Unutmayın her vicdanın bir uyanma saati vardır ve yine her vicdanın uyandırılma metodu vardır.


Bekir Kale Ahıskalı

Ben gidiyorum. Sen de gel...

Ben gidiyorum. Sen de gel... 

İnsanoğluna irade bahsedildiği günden bu yana kendi kararlarını kendisi verme yeti ve irade kuvveti sınanmaya başlanmıştır. Bu İlahi kudretin izlediği bir yoldur. Sizi yoktan var eden, size akıl, iz’an gibi meziyetler de vererek bunları kullanmanızı istemiştir. Bütün bunlarla birlikte bizi bu yoldan döndürmek için meydana gelen sebep, hata, zâafiyet gibi her neticenin merkezine de şeytanı oturtmuştur.

İradesizlik ve iradeyi kötü kullanmaya nefsi zafiyet, bunların doğru ve yerinde kullanılması ile akış şemasına da doğru yol denilmiştir. Mutlak güce baş eğme ve bunu metodize ederek yaşam şekli haline getirmeye ise inanç denilmiş. Bize yaşam denilen bu pınarın suyunu doğru kullanma, suyu bahşedene şükretme, adalet, muhabbet, iman ve itikat gibi temel unsurları nerede, nasıl, ne şekilde kullanacağımızı gösteren bir elçinin sunumunda bir kitap verilmiştir.

Ne kitabın doğruluğuna ne de onun tebliğinde aracı olan elçilere asla ve asla şek ve şüphe ile bakmamamız öğretilip öğütlenmiştir. Biz de duyduk, tasdik ettik diye dillerimizle ikrar vermişizdir.

İnanma insanoğlunun hilkatinde hücrelerine dercedilmiş bir ihtiyaçtır. Herkes ama herkes bir şekilde bir şeye inanır. Ateizm denilen savın savunucuları bile bir varlığa değil yokluğa inanca inandırmaya çalışırlar. Neticede bizler var veya yok gerçek yada yalan, az yada çok bir şeylere inanırız. “Beşer nisyana müpteladır” ın mucibince unuttuklarımızı, göremediklerimizi, bilmediklerimizi vs kategorize etmeden içimizdeki genel bir tanımlamaya sokarak elimizdeki verilerle bir hüküm çıkarırız. Ancak ne var ki bilgi arttıkça doğru değişir ve bizler hata denilen o cürmü işlediğimizi ya geç fark ederiz yada hiç fark etmeyiz. Bu bilgilerden hareketle yıllar önce okuduğum ve hayatımda düstur haline getirdiğim, doğruluğuna şeksiz şüphesiz inandığım “benim davam haktır demeye hakkın var ama yalnız benim davam haktır demeye hakkın yoktur” sözü…


Hakikaten derinlemesine düşündüğümüzde kavgaların temelinde yalnızca kendi inanç ve davamızın doğruluğuna inanmamızın, başkasına veya menfaatimize uymayana hayat hakkı vermediğimiz düşünce ve eyleminin yattığını görüyoruz.


Bizim hür irademiz, konuşma serbestiyetimiz başkalarının esaret ve mahrumiyetine sebep oluyorsa bu irade kudreti değil, bir iradenin diğer iradeye mezalimi olur.

Cüzi iradesini doğru kullanamayanlar bu eksikliklerini başka kılıf ve örtülerle izole ederek bize sunmaya çalışırlar. Bazen öyle mücadeleler görürüz ki şaşırıp kalırız. Bir savaşta vatanın kurtulması için çarpışanla bostanının kurtulması için çarpışan aynı gücü sarf edebilirler, aynı uykusuzluk ve sıkıntılara katlanabilirler ancak kazançlarına gelince birisi vatanı kadar kahramandır diğeri bostanı kadar… Burada her ikisi de iradesini kullanmış ve davaları kadar büyüklüklerini ispatlamışlardır.

İnancımızda “ameller niyetlere göredir” denilir. Sizin niyetiniz ne ise o kadar büyük ve âlisinizdir. Burada bize düşen bunun bir işaretini emaresini göstereceksek ıslığımız güttüğümüz sürüyle orantılı olsun der atalarımız. Güttüğü iki koyun ıslığı dağları alan çobanların makbuliyetinin ne olduğu meyandadır.

Şimdi “Ben gidiyorum. Sen de gel” demiyorum. "Gel" diye ısrar etmem bile senin iradene, düşünce ve iz’anına saygısızlık olacağından susuyorum. Hem sen; "Ben gidiyorum. Sen de gel" dediğimde yön belirleyecek kadar iradelisindir. Seni Yaratan sana da cüzi irade diye bir şey bahşetmiştir. Her nefis kendi fiilinden sorumludur. Gelirsen yol arkadaşım olursun gelmezsen yine arkadaşım olursun.



Daha iyi ve daha güzele, hep beraber el ele..


Bekir Kale Ahıskalı

Ümit meşcereliğim

Ümit meşcereliğim

Bu sabah ümit meşcereliğimde büyütmeye başladım yarınları. Yarınlar bu günden daha güzel olacaklar. Her mevsim ayrı bir ölüm uykusu uyanışı olacak. Bembeyaz karlar yağdıkça temizlenecek damlarım. Karlar eridikçe güzünüzle gördüğümüz her yer çimlenecek.


Tatlı bir güz rüzgarıyla selamlaştım bu sabah. İçinde önce kışın kilit anahtarını, sonra baharın yatak odasını müjdeliyordu. Nazlı nazlı salınıyordu ihlamur ağaçları. Kokusunda bir sevda daha buğulanıyordu solan yaprakların. Daha güzele uyanmak için gidiyoruz diyordu yapraklar. 


Bu sabah bahtım bana tebessüm ediyordu. Sokak ve caddeler gelin endamıyla karşılıyordu beni. Gökleri; ayı, güneşi, yıldızlarıyla, zemini; bağı bahçesi, ovası-obası, otağı, ırmakları ve ormanlarıyla yudum yudum hayallerime içtirdi benliğimi saran esintiyi.


Bu sabah her şey kalbimin diliyle konuşmaya başladı. Sevinç buğuları sardı her yanımı. Bu baş döndürücü meşherler karşısında kendimi cennetin bir köprüsünden seyrederken buldum sanki. Mest oldum. Hayata sükunet tüten ayları, günleri, saatleri dakikaları olmayan bir vadiden sesleniyorum sana "seni seviyorum"...

Çok yoğun bir geceden uyanmış gibiyim bu sabah. Üzerimden insani ne varsa geçmiş gibi. Arzularından hafiflemiş, yeni fetihler yapmış mağrur bir kumandan edasıyla bakıyorum her şeye. Ruhumdaki bu kansız devrimin kahramanı yine benim. Ne kadar mücrim yanım varsa hepsini affediyorum. 

Bu sabah yüzüme bakanlar ümitlerimin fihristesini görecekler. İçimdeki tüm miskal istisnaları kaide olsunlar diye çoğalttım. Hadi yüzüme bakın ölü dediğiniz ümitlerin yaşama yeniden nasıl döndüklerini öğreneceksiniz.




Bekir Kale Ahıskalı

İda’nın Kolları

İda’nın Kolları


Burası yeryüzünün saçlarının en gür olduğu yerler Göçmen kuşlar gagalarındaki güzellikleri bu güzelin kollarına bırakmış olmalı. Sarı Kız denizden çıkalı çok olmamış. Vücudundan süzülen tuzlu sular yerini tatlılığa bırakmış, toprak yeni uyanmış beden gibi hafif nemli.


İda; ayaklarının denize sokmuş keyif çatıyor. Deniz İda’yı oyalamak için sürekli dalgalarını gönderiyor. Az ile yetinmiyor İda, bu haliyle küçük Anadolu kadınına hiç benzemiyor. 


İda’nın kollarında olmak Tanpınar’ın ifadesiyle 'Yavaş yavaş bir hülya adamı oldum.' dedirtiyor insana. Bir kere insana sadakatsiz sıfatını yapıştırtmıyor zirvesine tırmanmak, sinelerinin arasında yatmak ve edebiyatçı için artı hayaller katıyor bu güzelin kollarında olmak. 


Bir yerlerinizden yaralanmışsanız eğer taze boynuzlanmış bir ilişkinin en temel merhemi İda. Hani saçlarını bedeninize şöyle bir serişi var ki ne varsa maziden getirdiğiniz birden döküveriyorsunuz kafanızdan. Tanrılar Troya Savaşı’nı buradan izler ve heyecandan ayağa kalkan tanrının ten ısısı sinmiştir. Sarı Kız dünyaya gelirken tüm Güre sancılanmış olmalı. Tarih öncesi ensestliğiyle ve yakın zamanın en sesliliğiyle dimdik durur İda.



Her gencin geleceğe yönelik hayali olan; Ahıska’da giyinik Sarı Gelin neyse bu kıyılarda çıplak Sarı Kız o. Yine de elleri terleyen gelinlerin tenlerini soğuttukları zirvelere sahip buralar. Öpülmekten Olivia dudaklı gelinler görürsünüz buralarda. İleri yaşlarına rağmen kadınlıktan kesilmeyen nineler ve olivia ağaçları kadar uzun yaşayan erkekler.


Düşlerin çok telaşların tek olduğu topraklar burası. Kulaklarımıza ansızın düşen “Hasan Boğuldu” çığlıklarına rağmen İda’da yaşama doyum olmaz. Öpünce moraran dudakları, nemlenince kesik kesik akmaya başlayan soluklar ile en arzulu bedenin kollarıyla sarar İda.


Bekir Kale Ahıskalı

Bir şairin kalemiyle sevişip, teniyle uyumalı belki de...

Bir şairin kalemiyle sevişip, teniyle uyumalı belki de...



Emdiğim helalinden iki damla anne sütü. Ne eski bir öykünün sayfalarından düştüm, ne de bir öyküye konu olamayacak kadar sıradan yaşadım. Başkalarının ancak hayalinin dokunabildiği tepelere ayaklarımla bastımda geldim. Her adımımda bir sıradışılık, her soluğumda bir heyecan vardı. 

./...

Bir hastahane odasında ihanete uğrayan ilişkiden doğmadım ben. Dokuz ay on gün bekletildim ışığın bile alınmadığı ilahi bir hücrede. Sonra adına yaşam denilen bir bakışın bir bakışa yenildiği bir kuytuya atıldım. Ortada bir tenhalıktı bana ayrılan yer. O kuytuyu da kaybettikten sonra bu ülkede konaklamaya değer bir yer kalmamış demekti. Babil'in Asma Bahçeleri'nde öpülmemekten pas tutmuş dudaklar gördüm yerlere dökülmüşlerdi. İhtişamlı üzüm bağlarından geriye biri sıkılmaktan morarmış, diğeri sarkmış iki salkım üzüm kalmıştı... İniltilerin ne kesik kesik olanına, ne de uzun hava şeklinde olanına rastlanmıyordu. Bütün sevdiklerimi ölümle başlayan, yeniden dirilmekle biten bir yaşamın fihristesine kaydetmişleri. 



./...


Hayatı bütün bütün sevmeye çalıştımsa da, o beni sevdiklerimle parçalayıp yönetmeye çalıştı. O mektubu bilmem kaçıncı okuyuşum, içinde hala ne seni ne de beni bulabildim. "Bir şair öpüşmeyi bilmese ne olur ki öpüşmeyi yazabiliyorsa bu yetmez mi?" diyordu tensel iletişimi bilmeyen devrik kalemli bir şair. Şairlerin kendilerine şap, kalemlerine keçiboynuzu yalattırmış olmalılar... Bir şairin kalemiyle sevişip, teniyle uyumalı belki de...



./...

Nikotinimsi bir tad... İçinde katran karası geleceği iple çeken ümitsiz bir kalp çarpıntısı. Eski bayramların tadı yok diye sitem etmiyorum çünkü, eski sevgililerin dudakları geçmişte kalmış silikonlu dudaklar ancak bu tadı verebilir. Geçmişin elemleri, geleceğin tasaları... Hani bu gününe ne oldu, onu neden yaşatmıyorsun.



Sen benim olmayan bir hayalin meyvesi olmasaydın ben dudak kilitlerimi çoktan kırmıştım. Bir günah işleyesim vardı dudaklarımı dudaklarından çekerek işledim işte...



Bekir Kale Ahıskalı

Leyla’ya Miras Kalan

Leyla’ya Miras Kalan

Şehirler gördüm. 

Altından hafifmeşrep kadınlarının şehvetleri akıyordu. Yüzleşmeye cesareti olan şehirlerin aynalı çarşıları vardı.

Şehirlere gittim…
Kendimi bir türlü götüremediğim şehirlere. Şehirlerden geldim, kendimi orada bırakarak.Ben dursam bile giden yollar gördüm. Her nereye gittimse gölgem dediğim sürüngenle yaşamak zorunda kaldım. Sevişirken bile.

Şehirler gördüm. 

Yağmurlarından geriye toprak kokusu kalıyordu. Ağlayan sokakları vardı. Üzeri betonla örtülen toprağına daha saçları ıslanmadan inen yağmurları vardı. Saçlarını ıslatmadan bedenine sürüklenen yağmur sinelerinin dikliğini törpüleye törpüleye koca dağları küçük rampalara küçültmüştü. 

Şehirler gördüm. 

Kokularından çığlıklar yapmışlardı. Yüzölçümü yüreğinden büyük kaygılar yayılıyordu yüzlerinde. Herkese çelme atan hayat farklılıklar sunuyordu.
Ahalileri kendi ezgilerini besteliyorlardı. En çok günahı olanlar en derin duaları ediyorlardı.

Şehirler gördüm. 

Direnci zayıflayan soğukları topraklarına zemheri düşürüyordu. Ezildikçe karları, büyüyordu çiçekleri. Dilberleri dillerinden doğuruyorlardı. Urbasız günahları vardı. 


Şehirler gördüm. 

Kanaviçeli bir mendillere bırakılmış kokuları vardı. Konuşunca anlaşılan, gülümseyince inanılan meltemleri vardı. Çıngıraklı yalanları da, doğrularla uzlaşamayan. Sevmelerden uzak gönüllerini zehirli örümcek ağları bağlayan semtleri de vardı. Kara bir tahtaya, beyaz tebeşirle kirli yalanları da yazılabiliyordu. 


Şehirler gördüm.

Çalışkan ölümleri, bitişken sevişmeleri vardı. Ölecek kadar mutsuz olan insanları hiç olmazsa ölmeyecek kadar sevişiyorlardı. Terlemeden sevişmenin başka günah olduğunu bilmiyorlardı. Kendini vermeden bir dudaktan bir dudağa nem akıtan güzelleri vardı. "Mutluyum" gibi püsküllü yalanları vardı. En büyük yalanı bedenleri söylüyordu. Her gece güneşi doğururken ölen geceleri vardı. Gün geceden yana gibidir. Şehir terlemiyordu dokunuşlardan, kuğuya dönüşmüyordu dokunuşları. Bir sevişme fihristesi olmaktan uzaktı öpüşmeleri.


Şehirler gördüm. 

İlk yaz gibi diri gögüslü ve yazın sonuna bereket doğuran dallar gibi memeleri süt veren, sonbahar gibi sütyensiz iklim ve kış orgazm olmayı unutmuş ebeleri tuman defilesi sunuyorlardı. Erkeklikleri uyutmazken erkekleri, huzursuzken dişileri, yatağında aklından iri parçalar koparamadan ve şehvete dönüşemeden sönen volkanları vardı.


Şehirler gördüm. 
Mecnun'u gitmiş Leyla'sına miras kalan viraneleri vardı.

Meddahı ölmüş bir oyun kadar yetimdiler.


Bekir Kale Ahıskalı

21 Haziran 2013 Cuma

Bir Bahar Akşamı

“Bir Bahar Akşamı”

“Kartepe Belediyesi kültür sanat etkinlikleri kapsamında, "Bir Bahar Akşamı" adlı şiir dinletisinde birbirinden değerli şairleri Eşme sahilinde ağırladı. Şiir dostlarının Eşme sahilindeki buluşmasında konuklar unutulmaz bir geceye tanıklık ettiler.”

Kartepe Belediyesi kültür sanat etkinlikleri kapsamında yapılan “Bir Bahar Akşamı” adlı şiir dinletisini yerel gazeteler yukarıda yazdığım şekilde haber yaptılar. Habercilik açısından değer taşıdığı muhakkak. İlimizdeki belediyelerin bu tür etkinlikler yapmaları bu şehre kültür katkısı sağlar.

Ancak benim değinmek istediğim bu şehirde yaşayan bir yazar ve şair olarak rahatsızlıklarımı var. Bundan yıllar önce Saraybahçe Belediyesi’nin düzenlemiş olduğu böyle bir etkinlikte yine yüksek sesle itiraz etmiştim. Beni haklı bulanlar da olmadı değil.

Eşme çok güzel bir belde. Kartepe Belediyesi etkinlik alanı olarak burayı seçerek doğru bir yer seçmiş. Ancak katılımcıların listesine baktığımda belediyelerin kültür müdürlükleri olarak Sayın Başbakanımızın ifadesiyle “ tencere tava hep aynı hava” dan öteye gidemediğimizi görüyorum. Çok değerli şairler katılmışlar. Bu şehirden de katılan şairlerimiz olmuş hepsi de birbirinden değerli insanlar. Bu şairlere haber verilirken veya belediye bu arkadaşlarımızı çağırırlarken hangi kıstaslarla hareket ediyor bilemiyorum.

Listeye bakınca gözlerim ilk önce “ANEDAK’tan katılan şair arkadaşlarımız var mı ? diye aradı durdu. ANEDAK ki merkezi Kocaeli’de olan Türkiye’nin birçok ilinde ve ondan fazla ülkede örgütlenmiş bir dernek. Listelerde bu yapıdan insanları göremeyince gözlerim bu kez yine Kocaeli merkezli olan bir başka derneğin üyelerini aramaya başladı. BAYŞAD ise Türkiye’nin en sosyal ve faal derneklerinden birisidir. BAYŞAD üyelerinden de kimseyi göremeyince bu iki derneğinde davet edilmediklerini anladım.

Belediyelerin kendi şehirlerinde yapılanmış bu tür Sivil Toplum Kuruluşları’na eşit mesafede durmaları gerektiğine inanıyorum. Yıllar önce Sayın Halil Vehbi Yenice’yi de bu konuda eleştiren bir yazı kaleme almış, tepkilerimi dile getirmiştim. Davamda haklıyım. Bu şehirde bahsettiğim derneklerden daha başka derneklerde mevcut. KOŞYAB yabana atılacak bir dernek değil mesela…

Sanatta taraf olmak bu ülke kültürüne bir şey katmayacağı gibi var olan değerleri de yok edecektir. Belki de okuyucularımız bu tür bir tepkiyi abartılı bulabilirler ama bu şehrin son on beş yıllık kültür sanat takvimlerini incelediğinizde göreceğiniz şeyi budur.

Bu bahsettiğim derneklerin belediyelere giderek “bizim üyelerimizden de çok değerli şair kalemler var. Hem bu şehrin evlatları ne olur bunları da davet eder misiniz?” demeleri mi bekleniyor yoksa. Bizler seçimlerde hizmet edecek insanları seçiyoruz, sayım sonuçlarından sonra efendimiz oluveriyorlar birden.


Saygılarımla


Bekir Kale Ahıskalı

18 Haziran 2013 Salı

Yıkıntılarımızı nasıl kaldırabileceğiz?

Yıkıntılarımızı nasıl kaldırabileceğiz?

Yıkıntılarımızı nasıl kaldırabileceğiz?” diye soruyoruz da “yapacağımız öteki yıkıntıları nasıl kaldıracağız ve nasıl ödeyeceğiz diye sormuyoruz.”

Felâket üstüne felâket; bu mu çare? Dikkatli olalım. Kendimizi öfkemize teslim edecek olursak bu da ayrı bir felâkettir. Fert olarak yapacağımız en büyük kötülük budur. Savaşa karşı savaş açmak sonsuz bir savaş demektir.

Önce kendimizle barış imzalamalıyız. Sonra insanlarla barış imzalamalıyız; anlar da bizimle. Sonra onlar kendi aralarında imzalamalılar.

Savaşlar da binlerce razı oluşlardan meydana gelirler. Uzlaşılar ise barışa götüren en makul yoldur. Vatandaşlık kavramının içine giren bu büyük gücün yani uzlaşının hemen yapılması gerekmektedir. Hem de yarında değil, bugünden itibaren.

Yoksa bir hayalete nişan alan her seferinde bir adam öldüren yahut yaralayan delilere döneceğiz. O deliler ki onlar için her şey gerçektir. Çünkü onların deli oldukları gerçektir.

Bizim gibi düşünmeyenler insan oldukları gibi bizim istediğimiz gibi yapmayanlar da insandır. Bir iş illa da bizim istediğimiz şekilde gerçekleştirilecek diye de bir dayatmamız olamaz.

İnsani kötülükler alelâde adamların tutkuları ile oluşmaktadır. Bütün kötülükler barışı seven adamların; kendi arzuladıkladıkları ve tanımladıkları barış tanımlamasından kaynaklanmaktadır.

Toplumsal barış ancak ve ancak yasalarla mümkün olur. O barışı sağlayacak ve hepimizi kapsayacak yasalar yapmak ise kendi elimizdedir.
O zaman neyi bekliyoruz ki!... Meclisi ve seçtiğimiz iradeyi yeni yasalar yapmaya zorlamak en kalıcı ve keskin çözüm değil midir?

Saygılarımla


Bekir Kale Ahıskalı

Çözüm/süzlük Yolları

Çözüm/süzlük Yolları

Hepimizin yaptığı gibi gerçek bakmamız gereken yere bakmayarak zaman zaman kendi aklımca kökten çözümler üretebiliyorum. Çoğu zaman cümlelerim “İnsan; insanı dinlemelidir” diye başlıyor. Dinlemediğiniz insanı anlayamazsınız.

Bu dinleme tek taraflı oldukça diğerinin kendini ifade edebilmek için farklı eylemlere başvurabileceği gerçeğini unutuyoruz. Bu olayların başlangıcında mâsum ve haklı isteklerin olduğu konusunda bende sizler gibi düşünüyorum. İlk başlangıç itibariyle de dikkate alınmaları gerekirdir. Bu demokrasinin bir gereğidir. Sizi seçerek temsil hakkı verenler göreviniz süresince de size uyarılarda bulunma hakkına sahiptirler. Gelişen olaylarda birlikte bazı şeyler kaçınılmaz olunca da yasal yolla verdikleri bu temsil hakkını yine yasalar çerçevesinde daraltabilir ve iptal edebilirler. Bunun adına bizler seçim diyoruz.

Bu yazıyı okumakta olanlar en az benim kadar bilirler ki rüzgarlı bir havada ateş yakıp ısınmaya çalışanlar önce bulundukları ortamı sonra da bütün bir yerleşim alanını yakabilirler. Bu ateşin başkalarına zarar verebileceğini düşünebilmek için dâhi olmaya gerek yoktur. Hatta birileri böyle bir yangına için körüklerini hazırlamış beklemekteler diye de düşünmek için dahi olmanız gerekmez.

Tüm kullanılanların cümleleri “Kullanılan biz değiliz!.. “ diye başlar. Bunu da onlara söyleten şey kendi ihtiras ve hırslarından başka bir şey değildir. Çoğu zaman istediğimiz elde edelim derken birilerini çiğner, ezeriz de bunun farkında bile olmayız.

İleri demokrasilerde herkesin, her kesimin söz hakkı vardır. Bu hakkı ifade etme özgürlüğü de vardır. Ancak bunlar yaparken bir başkasına zarar verme hakkı hiçbir zaman olmaz. Sizin çığlık atma özgürlüğünüz sesinizin benim kulaklarıma yetiştiği an biter. Yine bizim hak arama hakkımız başkalarının haklarını gasp etmeye başladığımız an biter. Bu gasp durdurulmadığı zaman kavgalar ve kitlesel çatışmalar başlamış olur.
Siyasi partiler iktidar oldukları an, kendilerini seçenlerin değil herkesin idarecisi olurlar. Tüm vatana hizmet ederler ve herkesin hakkını eşit oranda savunurlar. Muhalefet olmak ise yapılan iyi şeyi alkışlar daha iyisinin yapılması için mücadele eder. Yapılmayan ve eksik bırakılan içinse kendi iktidarını  ele alabilmek için projelendirir ve hayata geçirme hakkı almak için propagandalar yapar.

Bakın bakalım kim hakkıyla iktidar kim hakkıyla muhalefet!...

Saygılarımla


Bekir Kale Ahıskalı

Yeryüzünde Barış


Yeryüzünde Barış

“Elinden gelirse onları eğit; gelmezse onlara katlan.” böyle diyordu Marcus Aurelius. Bu sözü ve içerdiği mânayı önemsiyorum çünkü ben insanın eğitilebilirliğine inanıyorum. Mesleğim gereği de yıllardır bunu yapıyorum. Yeter ki insanoğlu huzuru sadece ve sadece kendi sistemini tesis etmekte görmesin.

Bir zamanlar silahı icat edenler, darağaçlarını icat edenler, giyotinleri icat edenler bunların hepsi bunu barış için yaptıklarını söylüyorlardı. Kendilerince kötü olanı infaz edeceklerdi ve insanoğlu huzura kavuşacaktı. Bir zamanlar bütün barış hayalleri böyle başlıyordu.

Dinamiti bulan adam insanoğlu için büyük kötülük yapmıştı diye bakıyorum. Sonra A. Nobel dediğimiz bu adam adına barış ödülleri verilmeye başladı. Bizler ise bu buluşu insanoğlunun gelişmesi için kullanmakla beraber gün geldi bize zulüm edenleri durdurmakta kullandık. Gün geldi başkalarına daha faydalı olan köprüleri havaya uçurmaya başladık. Bunu yapan herkes bir gün kendi istediği barışın geleceğini hayal ederek yaptı.

Bunları yazmamdaki sebep günümüzde yaşadığımız ve bütün dünyayı kasıp kavuran, bizi de içine alan sözde özgürlükçü gençliğin isteklerine ulaşabilmek için uyguladıkları yöntemler. Bir şeyleri yasal yolla istemek ve anlaşılamadığımız durumlarda sesimizi duyurabileceğimiz insalcıl yöntemlerle eylem yapmak  yasalarca da engellenmiş değildir. Ancak savaş açmak; “ben böyle istiyorum istediklerim gerçekleşmese de böyle canavarlaşırım” demek karşınızdaki kitlelere de “ben de böyleyim” demek hakkı vereceğini unutmamalıyız.

Bütün darbe meraklıları, sistem dayatmacıları bir takım kurbanlar almaları durumunda kendi sistemlerinin huzuru getireceklerine inanırlar.  Bir gün gelir ki aslında istedikleri haklar için mücadele ederlerken anlarlar ki başka haklar ellerinden alınmış. İnsanoğlu kanunlarla yaşamak, kanunlarla kontrol altına alınmak zorundadır. Kanunların olduğu her yönetim şekline “cumhuriyet” diyorsak eğer ki öyle o zaman kendi kanunlarımızı yapmak zorundayız. Unutmayalım ki bir zamanlar Sovyet Rusya’nın adı da cumhuriyetti, İran İslam Cumhuriyeti halen var. Libya’nın adı da cumhuriyet.

Sivil Anayasa yapılıncaya halkların hakları yeniden tarih edilinceye, emniyet ve kolluk kuvvetlerinin görev tanımlamaları yeniden yapılıncaya kadar bu niza devam edecektir. Çünkü hepimiz kendi görev yetkilerimiz dahilinde hareket ediyoruz.


Bekir Kale Ahıskalı

AN’I YAŞAMAK

AN’I YAŞAMAK
“Ahıskalı; an’ı yaşa ve mutlu ol”
Güzellikler merhale merhale ilerlenerek elde edilir.
Dünlerin toplamından geçmiş bugünlerin toplamından da geleceğimiz oluşur.
Hiçbir şey bir anda güzel olamayacağı gibi, bir anda da elde edilemez.
Yarın daha güzel olacak diyenlerin kuru avuntularına kanmadan “an’ı yaşa” (malısın.)
Yarının daha güzel olabilmesi için sana; sabahı, gün ortasını ve günün sonunu sunan zamanın sana kazandırdıklarına bakıp karar vermelisin.

Sana anı sunamayan dostlarımızı da içine alan zaman dediğimiz gizemli perdenin arkasından çıkacak şeyden emin olamazsın.

Birilerinin sihirli bastonuyla dokunup yarınımızı tozpembe yapmasını beklemeden kendi günümüzü kendimiz pembeleştirebiliyorsak işte o zaman dostlarımıza ikram mahiyetinde sunacağımız tebessümler yarının kahkahaları olacaktır. Bana öyle geliyor ki; zaman acılarını çekmemizi istediği kadar sunuyor ve o acılarımız bitmeden yakamızı bırakmıyor.

“Ahıskalı; an’ı yaşa ve mutlu ol”
böyle demişti arsız kahkahaların sahibi, gülüşüyle bedenime atlastan libaslar diken; konuşması nehir gibi akıcı, yüzü ay gibi parlak olan güzel.

Dertlerimiz geçmişte yükümlülüğünü bilerek üstlendiğimiz yine kendimiz tarafından atılan imzalarımız değimlidir. O zaman anı yaşamayı seçebilseydik ve an dediğimiz o mikro dilimden küçük mutluluk tabletlerini yudumlayarak.


Yarınlarımıza hazırlanabilseydik eğer; bugün ki dertlerimiz ve sıkıntılarımız daha az tesir edecek ve direncimiz daha fazla olacaktı.

An’ı tüketirken, acılarını yaşatan zaman; acaba, yarını daha güzel olsun diye mi verir? Yoksa çekebileceğimiz tüm acıları yaşattığı için mi başka seçeneği kalmaz?

Yarının mutluluklarını bugünün sıkıntılarından bilip aldanmak ve yarın daha güzel olacak diye olmadık ezalara katlanıp, fedakarlıklarda bulunmak bizi mi yoksa bize hayatı bir kasede zehir olarak sunan insanların tercihi midir?

Geçmişin elemlerini bırakıp, geleceğin kaygılarından sıyrılarak an’ı yaşamaya başladığım günden bu yana daha mutlu daha huzurluyum.

Elbette benimde hayallerim var, benimde bahçemde açmasını beklediğim tomurcuklar var. Onlar daha güzel açsınlar diye gülümsemeyle okşayıp, dudaklarımdan suluyorum.

…an’ımı mutlu yaşamamı sağlayan ve öğreten güzel yaşadığım mutlulukları üzerimden çıkarmak istemediğim libaslar haline getirdi. Tasalarımı attığım günden bu yana gülebiliyorum. Çatık kaşlı, olanca ciddiyetiyle geleceğe bakan adamdan; gülebilen ve geleceğe gülerek bakabilen bir adam meydana geldi.

Hem neden gülmeyecekmişim güneş elindeki kocaman feneriyle ömrümden bir günümü daha gülerek çalmaya gelmiş vermek istemesem bile alıp gidecek…

Ben değil gülen bir adamdan mutlu yarınların vaadiyle yarınları çalmaya çalışanlar utansın.

Sevgili…
Bana; an denilen küçük zaman diliminde kocaman mutlulukları gösterdiğin ve yaşattığın için sana minnettarım..
Anlarım seninle oldukça yarınlarım senindir
Bekir Kale Ahıskalı

Mor Kefen

Mor Kefen

Bekir Kale Ahıskalı
15 Haziran 2013 tarihli yazısı
Dudaklarımın önünde bir matem ağıdı bekletiyorum. Issız bir türbedarın kazma sesiyle irkilmek istemediğimden kendi mezarımı kazmadan önce bedenime giydirilmesi için mor bir kefen siparişi veresim var. Dünyada açık bir hesabım kalmasın istiyorum.

Bu dünyanın geleni ağlamaklı, gideni mutlu... Doğan mı yoksa ölen midir necatı yaşayan?
Yapılacak işler, çekilecek çileler pay edilmiş çoktan. Üzerime düşen dağ büyüklüğünde mesuliyetlerim var. Kötü ve çirkine somurtma hakkımı hakkıyla kullanamıyorum. Daha dün sevmediğim birisine gülümseyerek yüzümdeki somurtu dağlarından birinin yerini değiştirmek zorunda kaldım.

Bana sanki bedenle ilişiği kesilmiş bir iradenin göstermelik varlığını sürdürmek zorundalığı rolünü vermişler. Omuzlarımın üstündeki insanlık apoletlerine her zamankinden daha fazla anlam ve irade yüklememi engelleyen adı alışkanlık olan gelenekselleşmiş yaşam sürmek zorunluluğum var.

Hayatı yemek, içmek dert çekmek ve uyumak dışında bir şeyleriyle yaşamak hakkımı engelleyen yaşamsal bir yasaya ne zaman geçtiğimi hatırlamıyorum bile. Kendimi bu bedende sahipleri çoktan göçmüş, kimsesi kalmamış bir viranenin kullanma ruhsatsız mukîmi gibi hissediyorum.

Eninde sonunda bu ümitsizliği bir rafa kaldırıp ileride geniş bir patikaya dönüşecek olan ayak izlerimi bıraka bıraka bir yol açacağım

Aşk mı? O yiğitlerin işidir...

Aşk mı? O yiğitlerin işidir...
Bekir Kale Ahıskalı
14 Haziran 2013 tarihli yazısı
Aşk yiğitlerin yaşaması gereken bir duygudur ama O'nu herkes yaşamaya kalkar. Bu sebepledir ki aşk dediklerini ellerine yüzlerine bulaştırırlar. Bu meydanda sonuna kadar kalabilmelisin! Seni sarhoş edecektir içerek susmalısın! Seni bir hoş edecektir, severek susmalısın! Yıldızlar ayaklarının altından geçerken sağlam durmalısın!
Aşk; yıkılıp kalmaya gelmez.

İçinin içine sığmadığı anlar olacaktır, hoyratlar duymamalı… Susmalısın!
Aşk; haykırmaya gelmez.

Kendini ifade edemediğin çaresiz kaldığın bu son nokta dediğin kapıları çarparak gitmen gerektiğini düşündüğün anlar olacaktır. Kalmalısın!
Aşk; çekip gitmeye gelmez.

Durmaksızın geceni gündüzünü birbirine katarak O'nun sana doğru gelmesini beklemeden O’na doğru koşmalısın!
Aşk; durup beklemeye gelmez…

Bana uğramadı deme. O hayatında herkese en az bir kere uğrar.
Sen O’nu her an her cenahtan beklemelisin. O’nun için kavramların hiçbir önemi yoktur bunları bilmediğinden bazen kapıyı bazen pencereyi bazen bakışı bazen içten bir gülüşü bazen gözyaşını kullanarak sana gelecektir. Beklemelisin!..
Aşk beklememeye de gelmez.

İlk bakışta kuralsızlıklar bütünü olarak gözükecektir. Bu seni yanıltmamalı. Aşk komplike bir duygudur ve O’nun da kendine göre doğruları vardır. Sana geldiği an kuralsız şartsız kabul etmelisin!
Aşk; kural koymaya gelmez.

Sana birçok seçenek sunacaktır. En kestirme gözükeni faturası en ağır olanıdır. En uzak gözükeni ise meyvesi en tatlı olanı olacaktır. Burada tadımlık veya doyumluk seçeneğini sen belirlemelisin! Tadımlık olanlar aşk sınıfına girmeyecektir sadece aşkın küçük bir numunesi gibi gözükecektir.

O Sana gitmemek üzere gelir. O sebeple sakın kollarından kayıp gitmesine izin verme. Sıkıca sarılmalısın ama canını yakmadan sıkıca sevmelisin! Sabretmelisin! Aşk; en kısa sürede en uzun sabrı, en uzun metaneti bitmeyen hamiyeti gösterenlerin kazandığı yiğitler arenasıdır.
Aşk yiğitlerin işidir.