16 Ocak 2014 Perşembe

FİKİRLER ve NESNELER

Mekanik olan birçok şey canımı sıkıyor. Bana tek sesli hatta sessiz bir hizmetkar gibi geliyor. Çıkardığı sesi çirkin, sessizliğini ise korkutucu buluyorum.

Yaşadığımız şehirler caddeleriyle, ulaşım araçlarıyla, alışveriş merkezleriyle, sosyal tesisleriyle büyük bir tiyatroyu andırıyorlar. Bizim için hazırlanmış olan bu yapmacık dünya her geçen gün doğal olan her şeyi boğazlıyor.

Aslında önümüzde tekrarlanıp duran hep aynı şeyler. Seçilmeden önce hizmetkarınız olacağım vaadinde bulunanların seçildikten sonra efendimiz oluşları… Kaybedenlerin kuşkuları, kazananların ihya oluşları hep tekrarlanıp duran sahneler.

Bu dünya mekanikleşmesi itibariyle müzisyeni olmayan mekanik bir konseri çağrıştırıyor. Mekaniğin efendileri ise bitmek tükenmek bilmeyen nutuklar veriyorlar. Yapmacık gülümsemeleriyle etrafımızda dolaşan menfaat a/salakları ata binmeyi öğrendiğimiz tahta atlar gibi ne yöne çevirsek o yana dönüyorlar.

Sistemler göstermelik hale geldiler. Göstermelik faşistler, göstermelik sosyalistler ve göstermelik liberaller hep aynı çene tıkırtısıyla bizden çaldıkları lokmaları öğütüyorlar. Bunların şakşakçıları olan çalışanı korumak için kurulan ancak işverenin sofrasından eksik olmayan yanlarıyla farklı bir mekanikleşme içinde olan sendika ve sendikacılar.

Duygular mekanikleşmiş. Sözcüklerde doğru duyguyu anlatamaz olmuşlar çünkü onlarda daraltılmış, kısırlaştırılmışlar. Duyguyu besleyenler tükenmiş. Besleyenini, büyütenini duygulandırmayan evlatlar peydahlanmış. Dağlarda insana karşı çıkmasa her şey dümdüz olacak adeta.

İnsanlar kıyıyı döven dalgalardan daya gayesiz olmuşlar. Yemek, içmek ve giyinmekten öte hazlar kalmamış. İçinde bunların hiçbirini besleyemez olan ebeveynler huzurevlerine terkedilmiş. Huzurevleri maddesel bir yönetimle mekanikleşmişler. Hep aynı sesin aynı tonuyla mı çağrılır insan?

Gelişen her şey insanlığımıza karşı koyuyor. Cüzdanları cüzamlı sözde hayırseverlerimiz türedi adeta. Ya nesneleşen derneklerimiz, sürüleşen sivil toplum örgütlenmelerimize ne demeli…

İnsanoğlu ilahlaşmaya oturan nefsi ile masaya oturmaya çalışır hale gelmiş. Yalan olmuş idealler, talan edilmiş ümitler ve parası kadar itibar gören babalar. Yalakalığı, hayat taşıyor gözüken dedikoduculuğuyla sofralarımıza oturan lokmalarımıza konan haramzadeler.

Her şeyin dalgalarla dağıtıldığı bu dünyaya çırılçıplak geliyoruz. her şeye yeniden başlıyoruz. Musikiyle eğleniyor, şiirle doluyoruz. Ezberlediğimiz her kelamı pazarlıyoruz. Pazarladıkça safdilliğimizi yitiriyoruz.

Ölmeyeceğiniz sandığımız babalarımız ölüyor önce sonra dostlarımız eksiliyor bir bir. Ölen fikirler peşinden koşuyoruz zaman zaman. Ağzımızdan çıkar kelimeleri oldukları gibi değil yontarak taşıyorlar. Sözcükler olanı mı anlatmalı yoksa inandırmak istediğimizi mi? diye düşünenlerin sayısı azalmış.

Dilimizi hançerlemişler. Yaşamayacağını bile bile fikir üzerine fikir aşılayarak yaşatmaya çalışıyoruz. Aynı otalara farklı sözcükler yazarak şarkı yapmak acizlik değil midir?

Bize silah satanlar barışı pazarlayabilirler mi? Sahi barış ne ile tesis edilir. Silaha davranarak mı yoksa silahı bırakarak mı? Başta bol sıfırlı rakamlarla çalanlarla evinin bahçe kapısının açılış yönünü (yerden kazanmak için) umumun geçtiği sokağa doğru yapan adam arasında hırsızlık olarak ne fark vardır ki?

Nesneleşen, mekanikleşen ilişkiler içerisinde boğulan insanoğlunun kimliğinde hangi milletten olduğunun yazmasının bir önemi kalmadı ki. Yozlaşan kültürden piçveren yeni kültürler doğuruyoruz.

Biz; daha önce kimdik,  şimdi kim olduk böyle.

Bekir Kale Ahıskalı
29 Aralık 2013


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder